Mücbir sebep kavramı 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nda (TBK) tanımlanmamıştır ancak bu kavram doktrin ve Yargıtay içtihatları çerçevesinde Türk Hukuku’nda tanımlanmıştır.
Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre mücbir sebep, herhangi bir kimse tarafından alınacak önlemlere karşı, önüne geçilmesi olanaksız, borcun yerine getirilmesine engel, borçlunun iradesi dışında beklenmedik olaydır. Nitekim özel hukukta mücbir sebep kavramı, borcun ifasını imkânsız kılan ve borçludan kaynaklanmayan hâlleri ifade etmektedir.
Özel hukukta mücbir sebep, bir borcun veya genel bir davranış yükümlülüğünün yerine getirilmesini engelleyen, borçlunun işletme faaliyetiyle ilgisi olmayan, öngörülemez ve kaçınılamaz bir olay olarak tanımlanmaktadır. Bir olayın mücbir sebep sayılması için gereken unsurlar; haricilik, kaçınılamazlık ve öngörülemezliktir. Borçlar Hukukunda mücbir sebep, beklenmeyen hâl veya fevkalade hâl olarak adlandırılan durumlar, kişilerin sorumluluğunu kaldıran hâllerdendir. Mücbir sebep, mevcut bir sözleşmenin ifa edilememesinin hukuka uygunluk nedenidir.
Doktrine göre; “Beklenmeyen hâl, sözleşme kurulduktan sonra, borçlunun veya alacaklının ya da onların fiilinden sorumlu oldukları yardımcı kişilerin fiillerinden kaynaklanmayan, borçlunun sözleşmeden doğan borcunu ihlal etmesine, onu imkansız kılmasına kaçınılmaz şekilde engel olan olaydır. Yargıtay da mücbir sebebi, önceden öngörülmeyen, sorumlu kişinin işletmesi veya faaliyeti dışında kalan ve karşı konulamayacak bir şiddette kendisini gösteren olağanüstü olay olarak tanımlamıştır… Beklenmeyen hal kavramı hem mücbir sebebi hem de dar anlamda beklenmedik hali kapsar. Mücbir sebep aslında nitelikli bir beklenmeyen haldir” (Antalya, G., Borçlar Hukuku Genel Hükümler cilt III, İstanbul, 2017.s.437) “Fevkalade hal ve mücbir sebep farklı kavramlar olmakla beraber, kusursuzluğun ispatı bakımından farkın önemi yoktur. Ancak tarafların anlaşması veya kanun icabı borçlunun fevkalade halden de sorumlu olduğu ve borcun ifa edilmemesinin mücbir sebepten ileri geldiğini ispatla sorumluluktan kurtulabildiği hallerde, fevkalade hal ve mücbir sebep ayırımı önem taşır. Fevkalade hal borçlunun kaçınamayacağı şekilde borcu ihlal etmesine sebep olan bir olaydır. Buna karşılık mücbir sebep ise borçlunun borcu ihlal etmesine mutlak olarak kaçınılmaz şekilde sebep olan dışsal (harici) bir olaydır.” ( OĞUZMAN M.K.-ÖZ M.T., Borçlar Hukuku Cilt I, 13.Bası,İstanbul 2015, s.405.) (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 25/11/2022 T ve 2019/19-58 E.- 2022/50 K.)
Mücbir Sebep Şartları Nelerdir?
Bir hususun mücbir sebep olabilmesi için;
*Hukuki ilişkinin kurulduğu an itibariyle mücbir sebebin taraflarca öngörülemeyecek, veyahut öngörülse dahi etkilerinin bu denli büyük olacağının öngörülemeyecek olması gerekir.
* Mücbir sebebin tarafların kontrol alanının dışında gerçekleşmiş olması, mücbir sebebi oluşturan olayın borçlunun sorumluluk alanı dışında gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu unsur haricilik (dışsallık) olarak da adlandırılmaktadır.
* Mücbir sebebin önemli diğer unsuru da kaçınılmazlıktır. Başka bir ifade ile söz konusu olay, borcun kaçınılmaz surette ihlâli sonucunu doğurmalıdır. Gereken tüm önlemlerin alınmasına rağmen mücbir sebebin, tarafların sözleşmeden kaynaklanan edimlerini yerine getirmesini imkansızlaştırmasının önlenemeyecek olması gerekir.
Mücbir Sebep Örnekleri Nelerdir?
Grev, lokavt, sel baskını, deprem, terör hareketleri, ekonomik kriz ve doğal afetler hukuken mücbir sebep olarak görülür. Hukukun temel kavramları arasında yer alan mücbir sebepler arasında; ölüm, iflas, hastalık ve tutukluluk gibi şahsi durumlar da yer alır.
Doğal Afetler (Deprem, Sel, Yangın vb.) Mücbir Sebep Sayılır Mı?
Oluşumunda bir insan etkisinin olamayacağı doğa olayları esnasında ve sonrasında pek çok hayata dair faaliyet duracaktır. Dolayısıyla deprem, sel, yangın, tsunami, fırtına, kasırga, toprak kayması gibi doğal afetler mücbir sebep sayılır.
Savaş, Terör ve Ayaklanmalar Mücbir Sebep Kapsamına Girer Mi?
Olağan durumların dışında meydana gelen ani ve beklenmedik olaylar mücbir sebep sayılacağından can güvenliği tehlikesinin en yüksek hissedildiği ve güvenliği sağlamak üzere tüm diğer faaliyetlerin durdurulduğu savaşlar ve ayaklanmalar da mücbir sebep sayılacaktır. Terörist saldırılar da bu bağlamda mücbir sebep sayılacaktır.
Pandemi ve Salgın Hastalıklar Mücbir Sebep Olarak Kabul Edilir Mi?
Büyük çaptaki salgın hastalıklar, toplulukların karantina altına girmesine ve dolayısıyla hayatın olağan akışının aksamasına ve hatta durmasına yol açacaktır. Bu nedenle büyük çaplı salgın hastalık halleri mücbir sebep sayılır. Ancak Yargıtay’ın görüşüne göre, pandemi ilan edilmesinden sonra artık bilinen ve öngörülebilen bir hal olduğundan bu aşamadan sonra salgın hastalığın mücbir sebep olarak dikkate alınmaması gerekir.
Yakın geçmişte yaşadığımız ve etkileri hala devam eden Covid-19 pandemisinin varlığı, sözleşmenin ifası açısından kendiliğinden mücbir sebep oluşturmaz. Mücbir sebep olarak kabul edilebilmesi için pandeminin yarattığı sonuçlar ile sözleşmenin ifasının engellenmesi arasında illiyet bağının bulunması gerekir. Bir olayın mücbir sebep olup olmadığının somut olayın özelliklerine göre tespit edilmesi gerekir. Bir sözleşme için mücbir sebep teşkil eden durum başka bir sözleşme için mücbir sebep teşkil etmeyebilir. Bu itibarla Covid-19, her durumda mücbir sebep oluşturduğu genellemesinden hareket edilemez; bir başka deyişle, her somut sözleşme için Covid-19’un mücbir sebep oluşturup oluşturmadığı denetlenmelidir (Kırca, Karakaş, s. 7). (YHGK 29/09/2022 T, 2022/537 E.- 2022/1179 K.)
Ekonomik Kriz veya Döviz Dalgalanmaları Mücbir Sebep Sayılır Mı?
Ekonomik kriz mücbir sebeptir zira borçlu dışında gerçekleşen bir durumdur. ve döviz dalgalanmaları mücbir sebep sayılır mı
Mücbir Sebep Halinde Sözleşme ve Borçlar Hukuku Açısından Sonuçlar Nelerdir?
Mücbir sebepler nedeniyle borcun ifasının imkansız hale gelmesini düzenleyen 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 136. maddesi;
“Borcun ifası borçlunun sorumlu tutulamayacağı sebeplerle imkânsızlaşırsa, borç sona erer.
Karşılıklı borç yükleyen sözleşmelerde imkânsızlık sebebiyle borçtan kurtulan borçlu, karşı taraftan almış olduğu edimi sebepsiz zenginleşme hükümleri uyarınca geri vermekle yükümlü olup, henüz kendisine ifa edilmemiş olan edimi isteme hakkını kaybeder. Kanun veya sözleşmeyle borcun ifasından önce doğan hasarın alacaklıya yükletilmiş olduğu durumlar, bu hükmün dışındadır.
Borçlu ifanın imkânsızlaştığını alacaklıya gecikmeksizin bildirmez ve zararın artmaması için gerekli önlemleri almazsa, bundan doğan zararları gidermekle yükümlüdür.”
şeklindedir.
Borçlanılan edimin ifasının sonradan imkansız hale gelmesi ve borçlunun bu durumda bir kusurunun bulunmaması halinde borç sona erecektir. Mücbir sebep de bu hallerden biridir. TBK m. 136/III’te yer alan amir hüküm gereğince borçlunun ifa imkansızlığını vakit kaybetmeksizin alacaklıya bildirmesi gerekir. Aksi halde doğan zararlardan sorumlu olacaktır.
Sözleşmenin kurulmasından sonra, mücbir sebep sürekli veya geçici nitelikte olmasına göre, borcun hiç ifa edilmemesine veya borçlunun temerrüdüne neden olur. Mücbir sebebin sürekli olduğu hâllerde borcun ifası imkânsızdır. Mücbir sebebin geçici olması ise kural olarak sadece borcun zamanında ifasını engeller. Bu hâlde, borçlu gecikmeden sorumlu olmasa da ifası hala mümkün olan borcunu ifa etmekle yükümlüdür.
Sözleşmenin kurulmasından sonra, mücbir sebep sürekli veya geçici nitelikte olmasına göre, borcun hiç ifa edilmemesine veya borçlunun temerrüdüne neden olur. Mücbir sebebin sürekli olduğu hâllerde borcun ifası imkânsızdır. Mücbir sebebin geçici olması ise kural olarak sadece borcun zamanında ifasını engeller. Bu hâlde, borçlu gecikmeden sorumlu olmasa da ifası hala mümkün olan borcunu ifa etmekle yükümlüdür.
TBK m. 137 ise “Kısmi İfa İmkansızlığı” başlığını taşımakta olup “Borcun ifası borçlunun sorumlu tutulamayacağı sebeplerle kısmen imkânsızlaşırsa borçlu, borcunun sadece imkânsızlaşan kısmından kurtulur. Ancak, bu kısmi ifa imkânsızlığı önceden öngörülseydi taraflarca böyle bir sözleşmenin yapılmayacağı açıkça anlaşılırsa, borcun tamamı sona erer.
Karşılıklı borç yükleyen sözleşmelerde, bir tarafın borcu kısmen imkânsızlaşır ve alacaklı kısmi ifaya razı olursa, karşı edim de o oranda ifa edilir. Alacaklının böyle bir ifaya razı olmaması veya karşı edimin bölünemeyen nitelikte olması durumunda, tam imkânsızlık hükümleri uygulanır.” şeklindedir.
TBK m. 137’ye göre kısmi ifa imkansızlığı halinde borçlu borcun ifası imkansızlaşan kısmını ödemekten kurtulur, ancak;
*Kısmi ifa imkansızlığı taraflarca önceden öngörülebilseydi sözleşme yapılmayacaktıysa borçlu borcundan tamamen kurtulur,
* Kısmi ifa imkansızlığı halinde alacaklı kalan kısmın ifasına razı olursa borcun ifasının mümkün olduğu kısmı ifa delir,
* Kısmi ifaya alacaklının razı olmadığı halde TBK m. 136 hükmü uyarınca tam imkansızlık hükümleri uygulanır,
* Kısmi imkansızlık hali gerçekleşmiş olsa da, karşı edimin bölünebilir nitelikte olmaması halinde de TBK m. 136’da düzenlenen tam imkansızlık hükümleri uygulanabilecektir.
Sözleşme yapıldıktan sonra, sözleşmenin kurulduğu zamandaki şartlar ile sonradan ortaya çıkan şartlar arasında esaslı sapmalar meydana gelebilir. Bu sebeple sözleşmenin kurulduğu andaki şartlar ile ifa anındaki mevcut şartlar arasındaki uyum çökebilir. Bu özellikle sürekli borç ilişkisi doğuran kira ve hizmet akdi gibi sözleşmelerde meydana gelebilir. Gene eser sözleşmesi gibi uzun vadeli borç ilişkisi kuran sözleşmelerde de bu durumla karşılaşılabilir. İşte bu durumlarda yani değişen şartlar nedeniyle edimler arasında oluşan dengesizliğin giderilebilmesi TBK’nın “Aşırı İfa Güçlüğü” başlığını taşıyan ve uyarlamayı düzenleyen 138. maddesi ihdas edilmiştir. TBK’nın “Aşırı ifa güçlüğü” başlıklı 138. maddesinde;
“Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum, borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkar ve sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirir ve borçlu da borcunu henüz ifa etmemiş veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olursa borçlu, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Sürekli edimli sözleşmelerde borçlu, kural olarak dönme hakkının yerine fesih hakkını kullanır.
Bu madde hükmü yabancı para borçlarında da uygulanır.” şeklinde bir düzenlemeye yer verilmiştir.
Aşırı ifa güçlüğü, bir borcun ifasının imkansızlaşmış olmamakla beraber, borçlunun sorumlu olmadığı sebeplerle aşırı derecede güçleşmiş olmasıdır.
Aşırı ifa güçlüğü yaratan olgu borçludan kaynaklanmamalıdır. Olgunun kendisinin borçludan kaynaklanmaması yanında, bunun aşırı ifa güçlüğü yaratması da borçludan kaynaklanmamalıdır.
Edimler henüz ifa edilmemiş olmalıdır. Kural olarak ifada bulunduktan sonra aşırı ifa güçlüğünden söz ederek uyarlama veya sözleşmeden dönme yollarına başvurulamaz. Ancak, borçlu doğan haklarını saklı tutarak ifada bulunmuşsa, ifadan sonra da bu haklarını kullanabilecektir. Bu takdirde, uyarlamanın sonucuna göre veya sözleşmeden dönme halinde, ifa etmiş bulunduğu edimi sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre kısmen veya tamamen geri isteyebilecektir.
TBK m. 138 uyarınca bu şartlar gerçekleştiğinde, önce hakimden uyarlama talep edilmesi gerecektir. Uyarlama edim yükümünün azaltılması veya karşı edimin arttırılması şeklinde yapılabileceği gibi, vadelerin veya ifa tarzının değiştirilmesi gibi hakimin uygun bulacağı her şekilde yapılabilir. Hakim, davacının talebinde öngörmediği bir tarzda uyarlama da yapabilir. Ancak borç uyarlamaya uygun değilse veya ifa güçlüğünü katlanır kılacak herhangi bir uyarlama bu kez karşı taraf açısından katlanması beklenilmez bir durum yaratıyorsa, borçlu ancak bu şartla sözleşmeden dönme hakkını kullanabilecektir. Öte yandan, maddenin son fıkrasında aynen; “Bu madde hükmü yabancı para borçlarında da uygulanır.” hükmü getirilmiştir. Böylece dövize endeksli borçlanmalarda da bu madde hükmünün uygulanacağı açıkça kabul edilmiştir.
Mücbir Sebep İş Hukuku Açısından İşçi ve İşveren Haklarını Nasıl Etkiler?
4857 sayılı İş Kanunun (İK) 24/III, 25/III, 34 40,42 ve 64. maddelerinde “Zorlayıcı Sebepler” ifadesine yer verilmiştir. Anılan maddelerde geçen bu ifade mücbir sebepleri kapsamaktadır.
İK m. 24 işçinin haklı nedenle derhal fesih hakkını düzenlemektedir ve üçüncü fıkrada işçinin çalıştığı işyerinde bir haftadan fazla süre ile işin durmasını gerektirecek zorlayıcı sebepler ortaya çıkması hali işçi yönünden haklı nedenle derhal fesih hali olarak düzenlenmiştir. Böyle bir durumda işçi kıdem tazminatına hak kazanacaktır. . İK m. 40 uyarınca zorlayıcı sebepler dolayısıyla çalışamayan veya çalıştırılmayan işçiye bu bekleme süresi içinde bir haftaya kadar her gün için yarım ücret ödenir.
İK m. 25 işverenin haklı nedenle derhal fesih hakkını düzenlemektedir ve üçüncü fıkrada işçiyi işyerinde bir haftadan fazla süre ile çalışmaktan alıkoyan zorlayıcı bir sebebin ortaya çıkması.işveren yönünden haklı nedenle derhal fesih hali olarak düzenlenmiştir. İK m. 40 uyarınca zorlayıcı sebepler dolayısıyla çalışamayan veya çalıştırılmayan işçiye bu bekleme süresi içinde bir haftaya kadar her gün için yarım ücret ödenir.
İK m. 34’e göre ise ücreti ödeme gününden itibaren yirmi gün içinde mücbir bir neden dışında ödenmeyen işçi, iş görme borcunu yerine getirmekten kaçınabilir.
İK m. 42’de zorunlu nedenlerle fazla çalışma düzenlenmiş olup, zorlayıcı sebeplerin ortaya çıkması halinde işyerinin normal çalışmasını sağlayacak dereceyi aşmamak koşulu ile işçilerin hepsi veya bir kısmına fazla çalışma yaptırılabilir. Bu durumda fazla çalışma yapan işçilere uygun bir dinlenme süresi verilmesi zorunludur. İK m. 42/II’de İK m. 41’e atıf yapılmıştır. Ülkenin genel yararları yahut işin niteliği veya üretimin artırılması gibi nedenlerle fazla çalışma yapılabilir. Fazla çalışma, Kanunda yazılı koşullar çerçevesinde, haftalık kırkbeş saati aşan çalışmalardır. 63 üncü madde hükmüne göre denkleştirme esasının uygulandığı hallerde, işçinin haftalık ortalama çalışma süresi, normal haftalık iş süresini aşmamak koşulu ile, bazı haftalarda toplam kırkbeş saati aşsa dahi bu çalışmalar fazla çalışma sayılmaz.Her bir saat fazla çalışma için verilecek ücret normal çalışma ücretinin saat başına düşen miktarının yüzde elli yükseltilmesi suretiyle ödenir.Haftalık çalışma süresinin sözleşmelerle kırkbeş saatin altında belirlendiği durumlarda yukarıda belirtilen esaslar dahilinde uygulanan ortalama haftalık çalışma süresini aşan ve kırkbeş saate kadar yapılan çalışmalar fazla sürelerle çalışmalardır. Fazla sürelerle çalışmalarda, her bir saat fazla çalışma için verilecek ücret normal çalışma ücretinin saat başına düşen miktarının yüzde yirmibeş yükseltilmesiyle ödenir.
İK m. 64’e göre Zorunlu nedenlerle işin durması halinde işyerinde normal çalışma sürelerinin önemli ölçüde altında çalışılması veya tamamen tatil edilmesi ya da işçinin talebi ile kendisine izin verilmesi hallerinde, işveren dört ay içinde çalışılmayan süreler için telafi çalışması yaptırabilir. Cumhurbaşkanı bu süreyi iki katına kadar artırmaya yetkilidir. Bu çalışmalar fazla çalışma veya fazla sürelerle çalışma sayılmaz.Telafi çalışmaları, günlük en çok çalışma süresini aşmamak koşulu ile günde üç saatten fazla olamaz. Tatil günlerinde telafi çalışması yaptırılamaz.
Mücbir Sebep Halinde Hukuki Sorumluluk Devam Eder Mi?
Mücbir sebep nedeniyle borcun ifası imkansız hale gelmişse borçlu ifadan kurtulur. Ancak ifa imkansızlaşmamakla birlikte, aşırı ifa güçlüğü meydana gelmişse bu kez TBK m. 138 uyarınca mahkemeden sözleşmenin uyarlanmasını talep edebilir. Zira sözleşme şartlarının bir taraf aleyhine, öngörülemez şekilde, aşırı derece değişmesi durumunda hakime sözleşmeye müdahale etme görevi yüklenmiştir. Uyarlama edim yükümünün azaltılması veya karşı edimin arttırılması şeklinde yapılabileceği gibi, vadelerin veya ifa tarzının değiştirilmesi gibi hakimin uygun bulacağı her şekilde yapılabilir. Hakim, davacının talebinde öngörmediği bir tarzda uyarlama da yapabilir. Ancak borç uyarlamaya uygun değilse veya ifa güçlüğünü katlanır kılacak herhangi bir uyarlama bu kez karşı taraf açısından katlanması beklenilmez bir durum yaratıyorsa, borçlu ancak bu şartla sözleşmeden dönme hakkını kullanabilecektir.
Mücbir Sebep İddiası Nasıl Kanıtlanır?
Mücbir sebep nedeniyle ifanın imkansız hale geldiğini yahut aşırı derecede güçleştiğini iddia eden borçlu bunu ispatla mükelleftir. Bunun ispatı tanık, keşif, bilirkişi incelemesi ve benzeri her türlü yasal delile dayanılabilir. Ancak bu tür davalarda Yargıtay’ın genel eğilimi tarafların iddia ve savunmaları ile delillerinin toplanmasından sonra bilirkişi incelemesi yaptırılarak sonucuna göre karar vermek yönündedir.
Mücbir Sebep Nedeniyle Sözleşme Feshi Mümkün Müdür?
TBK m. 136 uyarınca mücbir sebep nedeniyle ifa tamamen imkansız hale gelmişse borçlu borçtan kurtulacaktır.
TBK m. 137 uyarınca ifanın kısmen imkansız hale gelmesi durumunda ise;
*Kısmi ifa imkansızlığı taraflarca önceden öngörülebilseydi sözleşme yapılmayacaktıysa borçlu borcundan tamamen kurtulur,
* Kısmi ifa imkansızlığı halinde alacaklı kalan kısmın ifasına razı olursa borcun ifasının mümkün olduğu kısmı ifa delir,
* Kısmi ifaya alacaklının razı olmadığı halde TBK m. 136 hükmü uyarınca tam imkansızlık hükümleri uygulanır,
* Kısmi imkansızlık hali gerçekleşmiş olsa da, karşı edimin bölünebilir nitelikte olmaması halinde de TBK m. 136’da düzenlenen tam imkansızlık hükümleri uygulanabilecektir.
TBK m. 138 uyarınca mücbir sebep nedeniyle aşırı ifa güçlüğü oluşmuşsa mahkemeden sözleşmenin güncel koşullara uyarlanması talep edilebilecektir.
Mücbir Sebep Mahkemeler Tarafından Nasıl Değerlendirilir?
Mahkemeler tarafların iddiaları ve savunmaları doğrultusunda tüm delilleri toplayarak bilirkişi incelemesi yaptıracak ve alınana raporun sonucuna göre mücbir sebebin var olup olmadığını, var ise ifanın tamamen yahut kısmen imkansız hale gelip gelmediğini, ifanın aşırı derecede güçleşip güçlenmediğini değerlendirerek sonucuna göre bir karar verecektir.
MÜCBİR SEBEP İLE İLGİLİ YARGITAY UYGULAMASI
Kira parasının uyarlanıp uyarlanmayacağına bilirkişi incelemesi yaptırıldıktan sonra karar verilmelidir
1.Davada, sabit kira ile birlikte ciro kirasının uyarlanması talep edilmiş olup karar temyize tabi olduğundan davacılar vekilinin karar ve ek karara yönelik temyiz itirazları yeinde görülmemiştir.
2. Hukukumuzda 6098 sayılı TBK.nın yürürlüğe girmesinden önceki dönemde (01.07.2012 tarihi öncesinde) özellikle konut ve çatılı iş yeri kiralarında sözleşmenin kurulduğu andaki ekonomik koşullarda yaşanacak değişimler nedeniyle kısa süreli kiralarda kira süresinin bitimi sonrası kira dönemlerinde geçerli olacak kiranın belirlenmesi (tespiti), uzun süreli kira ilişkilerinde ise kiraların değişen olağanüstü ekonomik koşullar nedeniyle düşük kalmasına bağlı olarak uyarlanmasına ilişkin mevzuatta özel bir düzenleme bulunmadığından Yargıtay kararları ile kısa süreli kirada süre bitimi sonrası yeni dönem kirasının belirlenmesi için kira tespit davası, uzun süreli kirada ise uyarlama davası açılması yolu ile yeni dönem kiraların belirlenmesi yoluna gidilmiştir. Kira tespitinde 18.11.1964 T. 2/4 E.,K. sayılı ve 21.11.1966 T. 19/10 E.,K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı ile belirli süreli kira sözleşmelerinin uzayan kira dönemi için kira bedellerinin belirlenmesinde esas yönünden mahkemelerce dikkate alınacak kriterler ve dava açılmasında uyulacak usul kuralları belirlenmiş, 21.11.1966 T. 19/10 E.K. sayılı YİBK ile ise kira tespit davası açılması halinde hangi dönemden itibaren tespitin istenebileceği hususu karara bağlanmış, 12.11.1979 T. 79/1 E.K sayılı YİBK ile mahkeme kararı ile tespit edilen kira farkı alacağının kiracıdan istenebilmesi için mahkeme kararının kesinleşmesi gerektiği hususları kabul edilmiştir. Uzun süreli kiralar bakımından sözleşmenin kurulması sırasındaki mevcut koşulların ilerleyen dönemde bir taraf aleyhine olacak şekilde taraflarca öngörülmeyen ve önlenemeyen sebeplerle değişmesi nedeniyle kira bedelinin çok düşük kaldığı durumda uyarlama ile günün hal ve şartlarına uygun hale getirilmesinde uyarlama yapılması Yargıtay kararlarıyla kabul edilerek ilkeleri belirlenmiştir. Sözleşme hukukunda temel ilke sözleşmeye bağlılık (Ahde Vefa-Pacta Sund Servanda) olup sözleşme serbestliği ilkesi geçerlidir. Bu ilkelere göre ise sözleşme yapıldığı andaki gibi aynen uygulanmalıdır. Başka bir ifade ile, sözleşme koşulları taraflar için sonradan ağırlaşmış, edimler dengesi sonradan ortaya çıkan olaylar nedeni ile değişmiş olsa bile, borçlu sözleşmedeki edimini aynen ifa etmelidir. Sözleşmeye bağlılık ilkesi, hukuki güvenlik, doğruluk, dürüstlük kuralının bir gereği olarak sözleşme hukukunun temel ilkesini oluşturmaktadır. Sözleşme yapıldığında karşılıklı edimler arasında mevcut olan denge, sonradan şartların olağanüstü değişmesiyle büyük ölçüde taraflardan biri aleyhine katlanılamayacak derecede bozulabilir. İşte bu durumda sözleşmeye bağlılık ve sözleşme adaleti ilkeleri arasında bir çelişki oluşur ve artık bu ilkeye sıkı sıkıya bağlı kalmak, adalet, hakkaniyet ve objektif hüsnüniyet (TMK Md. 4,2) kaidelerine aykırı bir durum yaratır. Hukukta bu zıtlık (Clausula Rebüs Sic Stantibus-Beklenmiyen hal şartı- sözleşmenin değişen şartlara uydurulması) ilkesi ile giderilmeye çalışılmıştır. Değişen bu koşullar karşısında TMK 2 nci maddesinden yararlanılarak sözleşmenin yeniden düzenlenmesi gerekir. Sözleşmenin edimleri arasındaki dengeyi bozan olağanüstü hallere harp, ülkeyi sarsan ekonomik krizler, enflasyon grafiğindeki aşırı yükselmeler, şok devalüasyon, para değerinin önemli ölçüde düşmesi gibi, sözleşmeye bağlılığın beklenemeyeceği durumlar örnek olarak gösterilebilir. İki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde başlangıçta mevcut olan edimler arasındaki dengenin olağanüstü değişmeler yüzünden alt üst olması, borcun ifasını güçleştirmesi durumunda “işlem temelinin çökmesi ” gündeme gelir. İşte bu bağlamda hakim, somut olayın verilerine göre alacaklı yararına borçlunun edimini yükseltmeye veya borçlu yararına onun tamamen veya kısmen edim yükümlülüğünden kurtulmasına karar verilebilir ve müdahale ederek sözleşmeyi değişen koşullara uyarlar. Sözleşmenin yeni durumlara uyarlanması yapılırken önce sözleşmede, daha sonra kanunda bu hususta intibak hükümlerinin bulunup bulunmadığına bakılır. Sözleşmede ve kanunda hüküm bulunmadığı taktirde sözleşmenin değişen hal ve şartlara uydurulmasının gerekip gerekmeyeceği incelenir. Bazen de sözleşmede olumlu ve olumsuz intibak kaydı bulunmakla beraber, bu kayda dayanılarak sözleşmenin kayıtla birlikte aynen uygulanmasını talep etmek TMK.m.2/2 hükmü anlamında hakkın kötüye kullanılması anlamına gelebilir. Böyle bir durumda sözleşmedeki intibak kaydına rağmen edimler arasında aşırı bir nispetsizlik çıkmışsa uyarlama yine yapılmalıdır. 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar kanunu öncesinde aşırı ifa güçlüğüne dayalı olarak işlem temelinin çöküşüne ilişkin uyuşmazlıkların giderilmesinde kaynak olan 138 inci maddesine benzer bir düzenleme 818 sayılı Borçlar Kanunu’nda bulunmadığından Yargıtay tarafından yukarıda açıklanan uyarlama kurumu TMK m.2-4 maddelerinden yararlanılarak oluşturulmuştur. Sözleşmeye uyarlama yoluyla müdahale için, gerekli olan esaslara gelince; sözleşme kurulduktan sonra ifası sırasında ortaya çıkan olaylar olağanüstü ve objektif nitelikte olmalıdır. Değişen hal ve şartlar taraflar bakımından önceden öngörülebilir, beklenebilir, olağan ve hesaba katılabilir nitelikte olmamalı veya olaylar, öngörülebilir olmakla beraber bunların sözleşmeye etkileri kapsam ve biçim bakımından bu derece tahmin edilmemelidir. (Bkz. Doç.Dr. İbrahim Kaplan Hakimin Sözleşmeye Müdahalesi Ankara-1987 Sh. 152.- vd; Hatemi/ SEROZAN/ Argacı Borçlar Hukuku Özel Bölüm 1992 sh., 186 vd).
3. 6098 sayılı Kanun’un yasalaştırılması sırasında aşırı ifa güçlüğüne dayalı sözleşmenin yeni koşullara uyarlanması genel bir düzenleme olarak TBK’nın 138 inci maddesinde “Aşırı İfa Güçlüğü” madde başlığı altında düzenlemiş ve “Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum, borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkar ve sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirir ve borçlu da borcunu henüz ifa etmemiş veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olursa borçlu, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Sürekli edimli sözleşmelerde borçlu, kural olarak dönme hakkının yerine fesih hakkını kullanır. Bu madde hükmü yabancı para borçlarında da uygulanır.” hükmüne yer verilmiştir. Bu maddenin gerekçesinde de; “Bu yeni düzenleme, öğreti ve uygulamada sözleşmeye bağlılık (ahde vefa) ilkesinin istisnalarından biri olarak kabul edilen, “işlem temelinin çökmesi”ne ilişkindir. İmkânsızlık kavramından farklı olan aşırı ifa güçlüğüne dayanan uyarlama isteminin temeli, Türk Medenî Kanunu’nun 2 nci maddesinde öngörülen dürüstlük kurallarıdır. Ancak, sözleşmenin değişen koşullara uyarlanması ya da dönme hakkının kullanılması, şu dört koşulun birlikte gerçekleşmesine bağlıdır. Sözleşmenin yapıldığı sırada, taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum ortaya çıkmış olmalıdır. Bu durum borçludan kaynaklanmamış olmalıdır. Bu durum, sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirmiş olmalıdır. Borçlu, borcunu henüz ifa etmemiş veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olmalıdır. Maddeye göre, uyarlamanın bütün koşulları gerçekleşmişse borçlu, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteyebilir. Bunun mümkün olmaması hâlinde borçlu, sözleşmeden dönebilir; sürekli edimli sözleşmelerde ise kural olarak, fesih hakkını kullanır.” denilerek TBK öncesi Yargıtay uygulamasında kabul edilen uyarlama davası yasa maddesi haline getirilmiştir.
Kira sözleşmesinde 6098 sayılı TBK öncesinde 818 sayılı Borçlar Kanunun kira hükümleriyle 6570 sayılı Gayrimenkul Kiraları Hakkındaki Kanun temel mevzuat olarak uygulanmıştır. Yeni TBK’da bu her iki kanun tek metin olarak birleştirilerek önceki dönemdeki Yargıtay içtihatlarının bir kısmı kanun metni haline getirilmiştir. TBK düzenlemesinde konut ve çatılı iş yeri kira sözleşmesinin sürekli borç doğuran sözleşme olma niteliği dikkate alınarak mevcut koşulların daha sonradan taraflardan biri aleyhine edimin ifasını güçleştirecek şekilde değişmesi halinde kira bedelinin değişen koşullara göre tespiti ile uyarlanmasında esas belirleyici unsur olan kısa süreli, uzun süreli ve belirsiz süreli kiralama ayrımı kaldırılarak ilk yıl sonrasındaki yenilenen kira dönemlerinde taraflar arasında geçerli olacak kiranın belirlenmesinin usulü TBK m.345, esası ise TBK m.344 ile düzenlenmiştir. TBK ‘nun 344/1 maddesinde ilk yıl sonrası dört kira dönemi için sözleşme taraflarının yenilenen kira dönemlerinde uygulanacak kira bedeline ilişkin anlaşmaların bir önceki kira yılında tüketici fiyat endeksindeki on iki aylık ortalamalara göre değişim oranını geçmemek koşuluyla geçerli olacağı ve bu kuralın bir yıl ve bir yıldan uzun süreli kira sözleşmelerine de uygulanacağı düzenlenmiştir. Taraflarca kira artış oranına ilişkin bir anlaşma yapılıp yapılmadığına bakılmaksızın beş yıldan uzun süreli veya beş yıldan sonra yenilenen kira sözleşmeleri için yeni kira yılında uygulanacak kira bedelinin ise hakim tarafından ortalama TÜFE değişim oranı, kiralananın durumu ve emsal kira bedelleri göz önünde tutularak hakkaniyete uygun biçimde belirleneceği hüküm altına alınmıştır. Bu düzenlemeyle artık ilk yıl sonrası yeni dönem kiraların belirlenmesinde kısa süreli kiralarda “tespit davası”, üç ve daha uzun süreli kiralar içinse “uyarlama” davasının açılması gerektiğine ilişkin Yargıtay İçtihatlarının uygulama kabiliyeti kalmamıştır. Kira sözleşme süresinin kısa veya uzun süreli veya belirsiz süreli olmasının bu yeni düzenlemeye (TBK hükümlerine) göre kira belirlemesinde aralarında bir fark kalmamış olup sözleşmenin kurulması sonrasında ekonomik faktörlerdeki olumlu veya olumsuz değişiklikler ile rayiç kira artışları ve kiralananın durumuna ilişkin müspet veya menfi değişimlerin açılacak kira belirleme talepli davada değerlendirileceği TBK m.344 düzenlemesinde belirtilmiştir. Bu hüküm özel bir uyarlama hükmü niteliğinde olup yeni dönemde fiyat artışlarına bağlı enflasyon, fiyat endeksindeki artışlar, paranın satın alma gücünde meydana gelen değişimleri de kapsamına aldığından bu sebeplerin varlığı halinde kiranın belirlenmesinde genel uyarlama hükmü olan TBK m. 138 değil daha özel bir düzenleme olan 344 üncü maddesinin uygulanması gerekir.
6098 sayılı Kanun 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Ancak TBK’nın bir kısım hükümlerinin yürürlüğü 6217 sayılı Kanun ile 8 yıl süre ile ertelenmiştir. 6217 Sayılı Yasa’nın geçici 2 nci maddesinde değişiklik yapan 6353 Sayılı Yasa’nın 53 üncü maddesine göre kiracının Türk Ticaret Kanununda tacir olarak sayılan kişiler ile özel hukuk ve kamu hukuku tüzel kişileri olduğu iş yeri kiralarında 6098 sayılı Kanun’un 323, 325, 331, 340, 343, 344, 346 ve 354 üncü maddelerinin 01.07.2012 tarihinden itibaren 8 yıl süreyle uygulanamayacağı, bu halde kira sözleşmelerinde bu maddelerde belirtilmiş olan konulara ilişkin olarak sözleşme serbestisi gereği kira sözleşmesi hükümlerinin tatbik olunacağı, kira sözleşmelerinde bu konulara ilişkin hüküm olmayan hallerde mülga Borçlar Kanunu hükümlerinin uygulanacağı aynı düzenlemede belirtilmiştir.
Davaya konu 18.02.2009 düzenleme, 24.06.2010 başlangıç tarihli kira sözleşmesi 25 yıl uzun süreli olup kiralanan iş yeri, kiracısı tacir niteliğinde özel hukuk tüzel kişisi olmakla bu kira ilişkisinde mevcut kiranın 24.06.2016 tarihinden itibaren değişen koşullar nedeniyle uyarlanarak yeniden belirlenmesi açılan davada talep edildiğinden 6098 sayılı TBK m.344 dava tarihi itibariyle erteli durumda olup uygulanmaz. 6217 sayılı kanunun geçici 2 nci maddesine göre bu uyuşmazlıkta sözleşme hükümleriyle 6098 sayılı TBK öncesi yürürlükte olan 818 sayılı BK ile 6570 sayılı Kanun ve yerleşik Yargıtay kararlarına göre (Dairemizin 09.06.2018 tarihli ve 2017/11362 E., 2018/6297 K. gibi) uyuşmazlık çözülmelidir.
4. Dava konusu kiralanana ilişkin bu sözleşme 18.02.2009 tarihli ve 25 yıl süreli olmakla TBK öncesi Yargıtay kararlarına göre uzun süreli kira sözleşmesi kabul edilmeli, uyuşmazlıkta dava tarihi itibariyle önceki mevzuat ve ilgili Yargıtay emsal kararlarına göre uyuşmazlık çözülmelidir. Uzun süreli kira sözleşmelerinde başlangıçta kararlaştırılan edimler arasındaki dengenin daha sonradan değişen koşullar nedeniyle aşırı bozulması ve sözleşmenin taraflar açısından çekilmez hale gelmesi durumunda sözleşmedeki mevcut kira parasının günün ekonomik koşullarına uyarlanması için her zaman uyarlama davası açılabilir. Mahkemece hükme esas alınan bilirkişi raporunda; incelemenin kira tespiti (6.yıl kiralarındaki) usulü ile yapıldığı Yargıtayın ve Dairemizin emsal kararları ile ortaya konulan uyarlama koşullarının oluşup oluşmadığının yeteri kadar irdelenmediği görülmektedir. O halde Mahkemece yapılacak iş; sözleşmeye bağlılık esas olduğundan uyarlama daima yardımcı bir çözüm olarak düşünülerek sözleşmeye yazılan uyarlamaya ilişkin özel hükümler yorumlanarak (doğmayan bir haktan önceden vazgeçilmesi mümkün olmadığından sözleşmede kararlaştırılan uyarlama yapılamayacağına ilişkin hükmün taraflar aleyhine sonuç doğurmayacağı da gözetilerek) bunların taraflara sağladığı haklar ve yararlar ile ekonomik değişikliklerin etkileri ile kiralananın bulunduğu alanın ve kiralananın durumundaki değişimlere göre az yukarıda açıklanan uyarlama davalarında uygulanması gereken kurallar, belirtildiği şekilde tek tek ortaya konulmalı ve konularında uzman üç kişilik bilirkişi kurulundan, sözleşmenin kurulması anındaki ve dava tarihindeki tüm bu veriler (sözleşmenin yap, işlet, devret niteliğiyle birlikte) kiralananın niteliği, kullanma alanı, konumu, bölgedeki kira parasını da etkileyecek normalin üstündeki imar ve ticaret değişiklikleri, emsal kira paraları, vergi ve amortisman giderlerindeki artışlar, döviz kurlarındaki ani ve aşırı iniş ve çıkışlar ile ülkeyi sarsan ciddi ekonomik kriz veya doğal afetlere bağlı ödeme esaslarının yeniden düzenlenmesini gerektirecek olayların varlığı araştırılıp değerlendirilmek suretiyle bir rapor alınmalı ve hasıl olacak sonucuna göre dava tarihi itibariyle sözleşmedeki kira parasının uyarlanmasına karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir. ( Y 3. HD 22.04.2024 T., 2023/4970 E., 2024/1277 K.)
TBK m.344 hükmü özel bir uyarlama hükmü niteliğinde olup yeni dönemde fiyat artışlarına bağlı enflasyon, fiyat endeksindeki artışlar, paranın satın alma gücünde meydana gelen değişimleri de kapsamına aldığından bu sebeplerin varlığı halinde kiranın belirlenmesinde genel uyarlama hükmü olan TBK m. 138 değil daha özel bir düzenleme olan 344 üncü maddesinin uygulanması gerekir
Mahkemece,uyulan bozma ilamı, bilirkişi raporu ve tüm dosya kapsamına göre, taraflar arasındaki sözleşme hükümlerine göre vücuda getirilmiş olan İMTAKS adlı silahın bu ad altında veya aynı esaslarla çalışan başka bir isimle davalı şirketlerce üretilmediği ve satılmadığı, TBK’nın 175. maddesi kapsamında İMTAKS adlı silahların seri şekilde üretilmesi ve satılmasına ilişkin sözleşme koşulunun gerçekleşmesine dürüstlük kurallarına aykırı olarak engel olup olmadıkları, sözleşmenin belirsiz süreli bir sözleşme olması dikkate alındığında davalılarca herhangi bir UKSS satışı yapıldığı taktirde davacının alacağının doğacağı ancak davalıların taahhüt ettikleri bir kısım ödemeyi davacıya yaptıkları bir kısım için de davalarının devam ettiği, davacının davalıların dürüstlük kuralına aykırı davrandığı ve 1000 adet üzerinden müspet zarar alacağına ilişkin iddialarının yerinde olmadığı gerekçesiyle asıl ve birleşen davalarda davacı …’un davalarının reddine,birleşen 2018/67 E. sayılı dosya da ise; davacının taraf olduğu sözleşmenin iki tarafa borç yükleyecek şekilde hâlen yürürlükte olması, davacı tarafın basiretli bir tacir olduğu, temerrüde düştüğü, temerrüde düşen tarafın uyarlama talep edemeyeceği ve imkânsızlık nedeniyle fesih veya TBK m. 138 kapsamında sözleşmenin uyarlanması koşullarının oluşmamış olması gerekçesiyle de davanın reddine karar verilmiştir.
Asıl davada ve birleşen davalarda davacı … ve birleşen 2018/67 E. sayılı dosyada davacı şirketler vekili, kararı temyiz etmiştir.
1- Dosyadaki yazılara, Bölge Adliye Mahkemesince uyulan bozma kararı gereğince hüküm verilmiş olmasına ve delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına, asıl dosya davacısının aşağıdaki bent dışındaki sair, birleşen 2018/67 E. Sayılı dosyası yönünden ise davacılar vekilinin bütün temyiz itirazlarının reddine karar verilmiştir.
2- Asıl dava ile Birleşen (2013/178 E., 2019/263 E.) davalar yönünden dava, davacı ile davalı …. arasında imzalanan “İnsansız Makinalı Tüfek Atış Kontrol Sistemi (İMTAKS)” sözleşmesinden kaynaklanan müspet zararın tahsili istemine ilişkindir.
Taraflar arasında imzalanan 20.01.2007 tarihli İMTAKS Sözleşmesinde bir yandan …. ile davacı arasında hizmet sözleşmesi ve koşullarının, diğer yandan ise davacı tarafından davalı şirketler (Yüksel Holding ve bünyesindeki diğer şirketler) için “İMTAKS” adı verilen uzaktan kontrollü insansız makineli tüfek ürün tasarımı, ürün prototipinin hazırlanması, seri üretime hazır hale getirilmesi ve sistemin bilgisayar yazılım programlarının tamamlanarak teslimi, akabinde ürünün tanıtım, pazarlama, satış ve satış yönetimi, ürün geliştirme, revizyon ve renovasyon hizmetleri karşılığında davacıya hakkediş ve satıştan pay verilmesi koşullarının düzenlendiği anlaşılmaktadır.
Daha önce İlk Derece Mahkemesince verilen ilk kararda, İMTAKS projesine ilişkin 20.01.2007 tarihli Sözleşmenin Yüksel Holding A.Ş. ve bünyesinde bulunan diğer tüm şirketler yönünden bağlayıcı olduğu, bünyedeki her bir şirketin bu ürünün tanıtım, satış ve pazarlamasını yapabileceği, İMTAKS ürünü yönünden sözleşmenin ayakta olduğu, davacının sözleşme uyarınca koşulların varlığı halinde bedel talebinde bulunabileceği, ancak davalı şirketlerin gerek İMTAKS, gerekse bu ürünün Nöbetçi, D-Yak, Yak, Roboguard vs. başka adlar altında bir satışının bulunmaması sebebiyle davacının kar payı alacağının doğmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Mahkemenin bu kararı Dairemizin 22.12.2015 tarih ve 2015/1164- E. – 13772 K. sayılı Bozma ilamıyla “… davalı şirketlerin, davacının projesine konu İMTAKS adlı silah esas alınarak YAK, D-YAK, NÖBETÇİ ve ROBOGUARD isimli silahların üretildiği anlaşılırsa, davalı şirketlerin Sözleşmede belirlenen kar payını davacıya ödemeleri gerektiği, ancak bu silahların davalılarca satışının yapılmadığı gerekçesiyle davanın bu talebinin reddine karar verilmiş ise de, mahkemeyi bu kanaate ulaştırabilecek deliller yeterince irdelenmemiş, sadece asıl dosya davalısının ticari kayıtlarında inceleme yapılarak ve anılan silahların kendilerine satışının yapılıp yapılmadığı Milli Savunma Bakanlığı’ndan sorularak karar verilmiştir. Oysa söz konusu silahların başkaca yurtiçi ve yurtdışı firmalara da satışı mümkündür. Anılan nedenlerle mahkemece, davalıların, bu sözleşme hükümlerine göre vücuda getirilmiş olan İMTAKS adlı silahın bu ad altında veya aynı esaslarla çalışan başka bir isimle üretilip üretilmediği ve satılıp satılmadığı hususunda tüm davalıların ticari defter ve kayıtlarında inceleme yapılarak araştırılması ve davalıların Türk Borçlar Kanunu’nun 175. maddesi kapsamında İMTAKS adlı silahların seri şekilde üretilmesi ve satılmasına ilişkin sözleşme koşulunun gerçekleşmesine dürüstlük kurallarına aykırı olarak engel olup olmadıkları ve bu sebeple davacının sözleşme uyarınca müspet zarara uğrayıp uğramadığı değerlendirilerek varılacak sonuç çerçevesinde hüküm kurulması gerekirken” gerekçesiyle bozulmuş ve Mahkemece de Dairemiz Bozma İlamına uyulmuş olmakla, davacının müspet zarar talebiyle ilgili olarak taraflar arasındaki ihtilafın; davalı şirketlerin İMTAKS veya bu sistem esas alınarak değişik adlarla üretilen silah sistemlerinin yurt içinde veya yurt dışında satışının bulunup bulunmadığı, satış bulunmasa bile, Sözleşmedeki satış koşulunun davalı şirketlerce dürüstlük kuralına aykırı şekilde engellenip engellenmediğinin tespiti ve bunun sonucuna göre müspet zararın tazmini hakkında karar verilmesine indirgendiği anlaşılmaktadır.
Mahkemece Bozma İlamına uyularak yapılan yargılama sırasında bozma ilamı doğrultusunda yeni bilirkişi raporları alınmış ancak raporların aksine, davalılara ait sahibi lehine delil vasfı taşıyan ticari defterlerinde üretim ve satış yapıldığına ilişkin tespit yapılamadığı, bahse konu malların ticarileşmediği ve satışlarının yapılamamış olduğu, davalıların dürüstlük kuralına aykırılık teşkil edecek davranışına ilişkin bir maddi vakıa tespit edilemediği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
6098 sayılı TBK’nın 175. Maddesi uyarınca “Taraflardan biri, koşulun gerçekleşmesine dürüstlük kurallarına aykırı olarak engel olursa, koşul gerçekleşmiş sayılır. Taraflardan biri, koşulun gerçekleşmesini dürüstlük kurallarına aykırı biçimde sağlarsa, koşul gerçekleşmemiş sayılır” düzenlemesine istinaden, edimin ifası koşula bağlı sözleşmelerde, dürüstlük kuralına aykırı olarak koşulun gerçekleşmesi veya gerçekleşmemesinin sağlanması yaptırıma tabi tutulmuştur. Şartın gerçekleşmesinin kasten engellenmesi dürüstlük kuralına aykırı sayılacağı gibi, ihmal suretiyle şartın gerçekleşmemesine yol açılması da dürüstlük kuralına aykırı sayılacaktır (Fikret Eren, Borçlar Hukuku Genel, 14. Bası, s.1179). Buna göre bir edimin ifasına ilişkin koşulun gerçekleşmesinin borçlu tarafından kasten veya ihmal suretiyle dürüstlük kuralına aykırı olarak engel olunması ve bundan da bir zarar doğması halinde zarar gören taraf, bu koşul aynen gerçekleşmiş gibi sözleşmeye konu edimin ifasını talep etme hakkına sahip olacak ve ifa edilmeyen edimleri müspet zarar olarak karşı taraftan talep edilebilecektir.
Mahkemece bozmadan sonra alınan 09.09.2020 tarihli son bilirkişi raporundan da anlaşılacağı üzere; taraflar arasında imzalanan 20.01.2007 tarihli Sözleşme uyarınca, davacı tarafından uzaktan kontrollü İnsansız Makineli Tüfek Atış Kontrol Sisteminin (İMTAKS) ürünün tasarımı, prototipi ve buna ait bilgisayar yazılımlarını öngörülen sürede davalı tarafa teslim ettiği, ürünün 2008 yılı Nisan ayında Malezya Fuarında tanıtımının yapıldığı, davalı tarafça nihai ürün kabulünün ise 29.08.2008 tarihinde yapıldığı, bu arada eş zamanlı olarak Yüksel Holding A.Ş. bünyesinde 26.08.2008 tarihi itibariyle Yüksel Savunma Sistemleri A.Ş.’nin kurulduğu, nihai kabulden 2 gün sonra 31.08.2008 tarihinde davalı tarafça davacıdan, 20.01.2007 tarihli Sözleşmeden kaynaklanan haklarından feragat ederek, temelde davacının davalı şirketin maaşlı bir elemanı olarak kalmasını öngören bir başka Sözleşmeyi imzalamasının istenildiği, davacının buna yanaşmaması üzerine izni ve iradesi dışında aynı gün işyerinin Datasel A.Ş.’den Yüksel Savunma A.Ş’ye aktarıldığı, davacının yeni sözleşmeyi imzalamamakta direnmesi üzerine de bu defa 15.10.2008 tarihinde iş sözleşmesinin feshedildiği, iş sözleşmesi son bulsa bile Sözleşmenin davacı ile davalılar arasındaki İMTAKS üretim ve satışına ilişkin ortaklık ve işbirliği ile davacının satışlardaki ciro üzerinden kar payı talep hakkına ilişkin hükümlerinin devam ettiği, iş sözleşmesinin sona ermesinden sonra davacının birçok defa İMTAKS’ın üretim ve satışından doğan haklarını talep ettiği halde davalı tarafça olumlu bir cevap verilmediği, iş akdinin sona ermesinden sonra (Kasım 2008) davalı tarafın İMTAKS’ın tanıtım ve satış faaliyetlerinin durdurulduğu, 2011 yılından itibaren ise bu defa davacının davalı tarafa kazandırdığı teknoloji transferi ve know how sayesinde temelde İMTAKS ile aynı çalışma prensibine ve sistemine dayanan NÖBETÇİ, YAK vs. değişik birçok ad altında silah sistemlerini üretmeye, tanıtmaya ve pazarlamaya başladığı, iddianın aksine Sözleşmede davacının -İMTAKS’ın bütünü veya bazı özelliklerinin patentle veya faydalı model belgesiyle korunabilir nitelikte olup olmadığı hususundan bağışık olarak- patentli ürün sunma taahhüdünün bulunmadığı, esasen davalının sunduğu katkının bu alanda hiçbir alt yapısı olmayan davalı tarafa uzaktan kontrollü makineli tüfek atış sistemi konusunda ileri teknoloji bilgisi, üretim becerisi, organizasyon kabiliyeti, tasarım ve sistemi domine eden bilgisayar yazılım programlarına ilişkin olarak davalı tarafa know how, teknoloji transferi ve fikri mülkiyet haklarını sağlamak olduğu, nitekim davalı tarafın sağlanan bu destek ve altyapı sayesinde davacıdan sonra bile anılan sistemleri üretebilme imkanına ulaştığı, Sözleşme uyarınca davacı tarafından hazırlanarak davalıya teslimi yapılan İMTAKS adlı sistemin davalıya sunulma tarihi itibariyle Türkiye’de rakipsiz olduğu, çok daha sonraki sürede rakip ürünlerin ortaya çıktığı, ürünün bazı özellikleri itibariyle Türkiye’de rakip firmalarca üretilen benzer sistemlerden ve hatta dünyanın önde gelen rakip üreticilerin ürettiği bazı sistemlerden birçok noktada daha üstün özellikleri bünyesinde barındırdığı, bir an için rakip ürünlere göre bazı eksiklikleri olsa bile Sözleşmede ürünün zaman içerisinde her türlü uyarlama, geliştirme, revizyon ve renovasyon işlemlerinin davacı tarafından yapılmasının öngörüldüğü, ancak davalı tarafın istihdam sözleşmesini feshi ve davacıyı projeden uzaklaştırması nedeniyle anılan faaliyetlerin davacı tarafından yerine getirmesinin engellendiği, bununla birlikte İMTAKS’ın “Dünya’da ve Türkiye’de Bir İlk” sloganıyla ilk tanıtımı sonrasında ürünün ilgili piyasada büyük ilgi gördüğü, çeşitli haber ve yazılara konu olduğu, bununla birlikte davacıyla yeni sözleşme konusunda anlaşamayan davalının yaklaşık üç yıl süreyle ürünün tanıtım ve pazarlama faaliyetlerini durdurduğu ve bu sürenin sonunda İMTAKS ile aynı çalışma esaslı NÖBETÇİ, YAK vs. değişik birçok ad altında alternatif ürünler ürettikten sonra tanıtım ve pazarlama faaliyetlerine yeniden başladığı, davalıların değişik şirket ve gruplarla satın alma toplantıları yaptığı, ancak Sözleşme’de öngörüldüğü halde satın alma toplantıları ve ürün tanıtımlarına projeden uzaklaştırılan ve haberdar edilmeyen davacının katılamadığı, davalı tarafın sonradan ürettiği alternatif ürünler için 43.666.305 USD miktarlı fiyat teklifleri sunarken, İMTAKS için bir fiyat teklifi sunmadığı, hatta ürünün varlığından bile haberdar etmediği, bu arada yurtta ve dünyada alternatif başka ürünlerin de piyasaya sunulmaya başladığı, serbest piyasa koşullarına göre davacının davalı tarafa İMTAKS projesi çerçevesinde sağladığı know how’un mali değerinin yaklaşık 25,4 milyon Avro, know how dahil bir bütün olarak projenin mali değerinin ise minimum 71,2 milyon Avro olduğu, davacının böylesine büyük bir değeri nispeten çok düşük bir mali yatırım karşılığında davalılara sağlamasına rağmen, davacının edimini yerine getirmesinden sonra, ona sözleşme uyarınca talep edebileceği payı ödememek adına bir yandan Sözleşmedeki hakları oldukça kısıtlayan yeni bir sözleşme dayatması, bunun kabul görmemesi üzerine iş sözleşmesini feshetmesi, tüm hakların devrini sağlamak amacıyla kasten veya ihmal suretiyle İMTAKS ürünlerini yaklaşık üç yıl süreyle tanıtım, satış ve pazarlamasını durdurulması, en azından bu hususta kendisinden beklenilen gayret ve çabayı göstermemesi, sürenin sonunda ise bu ürünle rekabet halinde alternatif başka ürünler üretilmesi, tanıtılması ve pazarlanması, sözleşme ayakta olduğu halde, İMTAKS’ın tanıtım, satış ve pazarlama toplantılarına davacının katılımını engellemesi, ürünün davacı tarafından daha da geliştirilmesine engel olunması, davacının gönderdiği birçok ihtarnameye rağmen davalıların davacıya hiçbir bilgi ve belge verilmemesi, emsallerine ve rakiplerine göre birçok yeni ve üstün özellikleri barındırmasına ve ilgili ürün piyasasında çok sayıda benzer ürün alınıp satılmasına rağmen davalı tarafından satış yapılamamasının hayatın olağan akışına aykırı olması, hususları hep birlikte düşünüldüğünde davalı tarafın eylemlerinin açıkça TBK’nın 175. Maddesi anlamında dürüstlük kuralına, Sözleşmeye ve ahde vefa prensibine aykırı olduğu gibi, davalı tarafın bilinçli olarak taraflar arasındaki Sözleşmede yer alan satış koşulunu engellemeye çalıştığının da açık bir göstergesi olduğu anlaşılmaktadır.
O halde Mahkemece, davaya konu İMTAKS sisteminin ilk piyasaya çıktığı tarihteki özellikleri, o tarihteki rakiplerinin bulunup bulunmadığı, sonraki zamanda ise Sözleşmede ürünün geliştirilmesinin davacı tarafından yapılmasının öngörüldüğü de dikkatet alanarak, ilgili ürün sektörünün yurt içinde ve yurt dışındaki genel pazar payı itibariyle davalılarca gerek ürünün tanıtım ve pazarlanmasında gerekse ürünün geliştirilmesinde yeterli çaba ve gayret gösterilseydi satılabilecek İMTAKS adedi ve piyasadaki değeri gözetilerek asıl ve ek birleşen dava tarihi itibariyle Sözleşmenin 6.4. maddesi uyarınca bu ürünlerin satımından hangi miktarda ciro elde edilebileceği ve davacının ciro üzerinden hangi miktarda pay talep edebileceği hususu belirlenerek neticesine göre davacının müspet zarar talebi hakkında hüküm kurulması gerekirken, hatalı gerekçeyle davanın reddine karar verilmesi isabetli görülmemiş ve hükmün bu nedenle temyiz eden davacı yararına bozulmasına karar vermek gerekmiştir. ( Y 11. HD 14/06/2022 T, 2021/7448 E., 2022/4859 K.)
Sözleşmenin uyarlanması davasında bilirkişi incelemesi yapılmalıdır
…şayet bir borcun ifası imkansızlaşmış olmamakla beraber, borçlunun sorumlu olmadığı sebeplerle aşırı derecede güçleşmiş ise, bu durumun borç ilişkisine ne gibi bir etki yapacağı hususunda 818 sayılı Borçlar Kanunu’nda bir hüküm bulunmamaktaydı. 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nda ise bu hususta genel bir düzenleme yer almaktadır. TBK m. 138 hükmü, “Aşırı İfa Güçlüğü” kenar başlığı altında, sözleşmenin kurulmasından sonra ortaya çıkan bazı durumların sözleşmenin uyarlanması veya sona erdirilmesi sebebi oluşturacağını düzenlemiştir.
TBK m. 138 hükmüne göre; sözleşme taraflarından birinin hakime yapacağı başvuru üzerine talep doğrultusunda bir karar verilebilmesi için aşağıdaki şartlar bulunmalıdır.
1) Sözleşme kurulduktan sonra, tarafların edimleri arasındaki denge, borçludan sonuçları yüklenmesi istenemeyecek kadar büyük ölçüde bozulmuş olmalıdır. Şayet aşırı ifa güçlüğü sözleşme kurulduğu sırada da mevcut olup sadece taraflarca bilinmiyorsa, bu TBK m. 138 hükümlerine değil, şartları varsa yanılma (TBK m. 30 vd.) hükümlerine göre iptale konu olabilir. Sonradan ortaya çıkan ifa 2012/8250 2013/2623
Güçlüğünün, mutlaka borçlunun ekonomik olarak mahvına veya ağır zararına yol açacak olması gerekmez. Maddede, “kendisinden ifanın istenmesinin dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirir” olması yeterli görülmüştür. Elbette bu değerlendirmede, karşı tarafın durumu da göz önüne alınacaktır.
2) Edimlerin dengesindeki değişiklik sözleşme yapılırken öngörülemeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen (Savaş, ekonomik kriz, devalüasyon, tabii afetler, ithal ve ihraç konusunda getirilen yasak ve tahditler gibi) olağanüstü bir durumdan ileri gelmelidir. Bu husus da “Emprevizyon” olarak ifade edilebilir. Maddede her ne kadar “taraflarca öngörülmeyen” denmişse de, olağanüstü olgunun sözleşme kurulurken sadece aşırı ifa güçlüğüne düşen taraf açısından öngörülemez olması yeterli sayılmalıdır. Aşırı ifa güçlüğüne düşenin bu durumu sözleşme yapılırken öngörmediğini ispat etmesi yetmez, bu durum onun için “öngörülmesi beklenemez” Olmalıdır. Kendi özensizliği veya dikkatsizliği sebebiyle bu olguyu öngörememişse, 138. maddeden yararlanamayacaktır.
3) Aşırı ifa güçlüğü yaratan olgu borçludan kaynaklanmamalıdır. Olgunun kendisinin borçludan kaynaklanmaması yanında, bunun aşırı ifa güçlüğü yaratması da borçludan kaynaklanmamalıdır.
4) Edimler henüz ifa edilmemiş olmalıdır. Kural olarak ifada bulunduktan sonra aşırı ifa güçlüğünden söz ederek uyarlama veya sözleşmeden dönme yollarına başvurulamaz. Ancak, borçlu doğan haklarını saklı tutarak ifada bulunmuşsa, ifadan sonra da bu haklarını kullanabilecektir. Bu takdirde, uyarlamanın sonucuna göre veya sözleşmeden dönme halinde, ifa etmiş bulunduğu edimi sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre kısmen veya tamamen geri isteyebilecektir.
TBK m. 138 uyarınca bu şartlar gerçekleştiğinde, önce hakimden uyarlama talep edilmesi gerecektir. Uyarlama edim yükümünün azaltılması veya karşı edimin arttırılması şeklinde yapılabileceği gibi, vadelerin veya ifa tarzının değiştirilmesi gibi hakimin uygun bulacağı her şekilde yapılabilir. Hakim, davacının talebinde öngörmediği bir tarzda uyarlama da yapabilir. Ancak borç uyarlamaya uygun değilse veya ifa güçlüğünü katlanır kılacak herhangi bir uyarlama bu kez karşı taraf açısından katlanması beklenilmez bir durum yaratıyorsa, borçlu ancak bu şartla sözleşmeden dönme hakkını kullanabilecektir. Öte yandan, maddenin son fıkrasında aynen; “Bu madde hükmü yabancı para borçlarında da uygulanır.” hükmü getirilmiştir. Böylece dövize endeksli borçlanmalarda da bu madde hükmünün uygulanacağı tereddüte yer vermeyecek açıklıkta kabul edilmiştir. Bu açıklamalar ışığında somut olayın irdelenmesine gelince;
Davacı, 22/05/2008 tarihinde İsviçre Frangı’na (CHF) endeksli konut finansman kredisi kullandığını, krediyi kullandığı tarih ile gelinen tarih arasında aşırı derece kur farkı oluştuğunu bu nedenle kredi taksitlerini ödemede zor duruma düştüğünü ileri sürerek öncelikle sözleşmenin geçerli olup olmadığının tespitini, şayet geçerli olduğu tespit olunur ise sözleşme şartlarının mevcut duruma uyarlanmasını istemiştir.
Dava tarihi itibariyle 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu yürürlükte bulunup, dövizle borçlanmalarda uyarlama istenebileceği gözetilmelidir. Mahkemece, dövizle borçlanmalarda Türk Lirasının değer kaybettiğinin kolayca bilinebilecek ve öngörülebilecek bir husus olduğu vurgulanmıştır. Ancak, bu sonucu varılırken, hangi objektif kriterlerin bulunduğu açıklanmamış, sadece önceki krizler gösterilmiştir.
Sözleşme şartlarının bir taraf aleyhine, öngörülemez şekilde, aşırı derece değişmesi durumunda hakime sözleşmeye müdahale etme görevi yüklenmiştir. Bu nedenle hakim, bu koşulların bulunup bulunmadığını araştırmakla yükümlü olup, gerekirse bilirkişi incelemesi yapmalı ve uzman bilirkişilerden görüş almalıdır. 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı HMK.nun 266. maddesinde de, “Mahkeme, çözümü hukuk dışında özel veya teknik bilgiyi gerektiren hallerde, taraflardan birinin talebi üzerine yahut kendiliğinden, bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasına karar verir. Hakimlik mesleğinin gerektirdiği genel ve hukuki bilgiyle çözümlenmesi mümkün olan konularda bilirkişiye başvurulamaz.” düzenlemesi ile eski HUMK.nun 275. maddesine paralel bir düzenleme bulunmakta idi. Bu husus aslında “adil yargılanma” hakkının bir unsuru olan “hukuki dinlenilme hakkı”nın da gereğidir. Bir başka deyişle, hakim tarafların iddia ve savunmalarını dinlemeli, iddia ve savunmalar doğrultusunda taraf delillerini toplamalı, bu delilleri tartışıp değerlendirerek, uyuşmazlığın çözümünde hangi delili neden kabul edip, neden kabul etmediğini gerekçelendirmek suretiyle kararını vermelidir.
Mahkemece yapılması gereken iş, yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda tarafların iddia ve savunmalarına ilişkin tüm deliller toplanıp, uzman bir bilirkişi veya bilirkişi kurulundan rapor alınarak, tüm dosya kapsamı belge ve kanıtlar birlikte değerlendirilmek suretiyle sonucuna göre bir karar vermekten ibarettir. ( Y 13. HD 13.6.2014 T, 2013/16898 E., 2014/18895 K.)